6 Ocak 2012 Cuma

Sümer Okulu


İlk resmi eğitim sistemini Sümerlilerin oluşturduğunu biliyor muydunuz?
Ben de Samuel Noah Kramer'in Sümerler kitabını okuduğumda öğrendim. Kitabı okurken aldığım bir kaç notu paylaşmak istiyorum Sümer Okullarıyla alakalı.

Bundan 50 yıl önce Şuruppak kentinde M.Ö. 2500 yıllarından kalma bir çok ders kitabı çıkarılmış. Bu ders kitapları tanrı, hayvan, eşya listeleriyle çeşitli sözcük ve deyim listelerinden oluşuyor.

Sümer okul sisteminin gelişip olgunlaşması 3. bin yılın 2. yarısında olmuş. Bu döneme ait onlarca tablet çıkarılmış toprak altından ve yüzlercesinin de hala toprak altında olduğundan şüphe yok. Tabletlerin çoğu yönetim ve ekonomik yaşam ile ilgili.

Okullar öncelikle mesleki eğitim vermek adına tapınak ve saraylara yazıcı yetiştirmek amaçlı kurulmuş. Temelde ana amaç aynı kalmış ama müfredat sisteminin gelişmesiyle okullar Sümer'de kültür ve eğitim merkezi haline gelmiş. Okullarda zamanında geçerli olan bitki bilim, hayvan bilim, coğrafya, matematik ve dil bilimi inceleyen, katkıda bulunan ve araştıran akademisyen - bilim adamları yetişmiş.

Sümer okulları "edubba" yani tablet evi olarak biliniyordu. O dönemde "yazıcılık" mesleğini yapan bir sürü yazıcı; dolayısıyla çok sayıda yazıcı okulu bulunuyordu. Yazıcılar kendi içlerinde statülere sahipler. kıdemsizler, yüksek yazıcılar, kraliyet yazıcıları, tapınak yazıcıları gibi... Edubba yaratıcı yazarlık diyebileceğimiz şeyin de merkezi. Burası geçmişin yazınsal yaratılarının incelenip kopyalandığı bir yer.

Okul ilk zamanlar tapınağa bağımlı olsa da zamanla bağımsız bir kurum haline gelmiş. Okuldaki öğretmenlere öğrencilerden toplanan ücretler aracılığı ile ödeme yapılıyormuş.

Eğitim genel ve zorunlu değil. Öğrencilerin çoğu varlıklı ailelerden geliyormuş. Yazıcı olarak yalnızca bir kadının adı geçiyor. Yani öğrenciler yalnızca erkeklerden oluşuyormuş.

Okulda öğretmenler dışında devamlılık ve disiplinden sorumlu görevliler bulunuyor. Sümer okullarında sıkı bir disiplin söz konusu. Okulda öğretmenler başarıyı övgü ve takdirle karşılarken kusurları düzeltmek için öncelikle sopaya güveniyorlarmış.

Okuldan mezun olan öğrencilerin eski okul günlerine dair yazdıkları çeşitli yazıtlar var. Bir sonraki yazıda bu tabletlerden bahsedeceğim.

29 Ekim 2011 Cumartesi

Im Juli


Hala gülümsüyorum... Yormadan, sıkılmadan, düşünmeden izleyebileceğiniz, sizi mutlu edebilecek bir film. En azından beni mutlu etti. Cıvık cıvık aşk yok, bunalım yok, kötü hiçbir şey yok...

Bu gece ihtiyacım olan kesinlikle bu filmmiş.

25 Ekim 2011 Salı

Midnight in Paris


Bir tek ben mi beğenmedim?

Tamam "Golden Age" didiklemesi, tamam birazcık yazar-ressam, tamam zaten Paris muhteşem ama havada kalmış işte. Hele salonun güldüğü yerlerde ki esprilerin yavanlığı yıktı beni. Gereksiz abartmalar, mutlu son uğraşı, Paris'in artık klişeleştiği için sıkan güzelliklerinin insanın gözünün içine içine sokulması...

Yok, keyif alamadım ben. ( Eminim Woody'ciğim duysa kahrolur)

Oysa ki Paris bir zamanlar ne kadar özeldi benim için. Şimdi neden böyle hissediyorum?

Dünyanın hiçbir ülkesinden- hiçbir güzel şehrinden haberi olmayan Amerika'lıların Paris fetişi belki beni bu hale getiren...

21 Ekim 2011 Cuma

Bir Zamanlar Anadolu'da


Ülkemin bir köşesinde rüzgar esiyor...
O kadar biz, o kadar bize ait ki her şey.

Binbir tane detay. Hangisini anlatmalı?


--spoiler--

Filmi eski bir Avrupa sinemasında izledim. Salonda ki Türkçe bilen iki üç kişiden biri olduğumu söylemem daha önemli. Çünkü bazı kavramların dili aşmasının; doğduğumuz, büyüdüğümüz, sokaklarında kendimizi bulduğumuz, kısacası bizi biz yapan her şeyden bağımsız anlaşılmasının neredeyse imkansız olduğunu düşünüyorum. Bugün benimle sinemada bu filmi izleyenler belki filmi çok beğendiler ama onlara şaka gibi gelen, duvarları banyo fayansı kaplı otopsi odasını gördüklerinde ürperdikleri, o uzak ülkelerde ki otantik buldukları elektriği olmayan evler şaka değil. Biz bu gerçeğin içinden geldiğimiz için bazı sahneler o kadar can acıtıcıydı ki...


"Allah sağlık versin savcım, elektrik mühim değil" diyebilen ülkemin insanını bizden başka kim anlayabilir ki? İnancın, kabullenmenin, tevekkülün ağzımızda bıraktığı o buruk tat. Burda ki insanların hiçbir zaman anlayamayacağı o garip kabulleniş.

Kara mizah dedikleri şey bu olsa gerek dediğim sahneler çok fazlaydı. Cesetmiş, ölümmüş, soğukmuş dinlemeden derdini sıkıntısını anlatan insanımın ( belki erkeğimin demek daha doğru olur ki filmle ilgili diğer önemli konu kadınların her şeyden uzak - ama her şeyin içinde olmasıydı) hiçbir durumda vazgeçemediği o günlük konuşmalardı beni en çok gülümseten. Cesetin yanına atılan kavunlardı ya da. Karısı arayınca love story çalan ama evine gitmemek için çalışmaya devam eden erkeğimin çaresizliğiydi belki.

Her şeyin ötesinde camımızı açtığımızda duyabileceğimiz o seslerdi. En modern şehirden en doğuda ki şehre kadar Türkiye'nin herhangi bir yerinde şahit olabileceğimiz konuşmalardı, insanlardı, olaylardı.

Kısacası bize ait olan- bizi biz yapan her şeydi...

Fotoğraflar: beyazperde.com

16 Ekim 2011 Pazar

Winged Victory of Samothrace



Nihayet ilk yazımı yazmaya başlayabildim. İlk yazımın özel olmasını istedim. Bu sebeple -bence- dünyanın en güzel eseri Nike of Samothrace ile başlıyorum.

Heykelde tasfir edilen kadın figürü yunan mitolojisinde zafer tanrıçası olarak bilinen Nike(Roma'da Victoria)'dir.İnsan görünümündeki tanrıçanın çok hızlı koşma ve uçma yeteneğine sahip olduğu söylenir.

Heykel son yapılan araştırmalara göre İ.Ö. 180 200'lü yıllarda Makedon Kral I. Demetrius'un kazandığı Kıbrıs Zaferi'nin ardından Rodos'ta yapılmış. Eserde Yunanistan'ın mermer ocaklarıyla ünlü Paros adasından çıkarılan "paros mermeri" kullanılmıştır. Somothrece of Nike adadaki "Büyük Tanrılar Tapınağı"nda denizi görecek şekilde yerleştirilmişti. Heykeltıraşın kim olduğu ne yazık ki bilinmiyor. 

Heykel hakkında okuduğum en güzel yorum "Şiddetli hareket ve hareketsizliğin donduğu mükemmel beraberlik". Nike'nin sabit vücuduna karşın rüzgarın havalandırdığı elbisesinin üzerindeki ahenk olaanüstü bir şekilde işlenmiştir.  

Nike of Samothrace'in parçaları 1963 yılında fransız konsolosu -aynı zamanda amatör olarak arkeolojiyle ilgilendiği söyleniyor- Charles Champpoiseau tarafından Gökçeada'ya 37 km uzaklıktaki Samothraki (Türkçe Semadirek) adasında keşfedilmiş. Bulunan parçalar birleştirilerek 1884 yılından itibaren Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenmeye başlamıştır.  

Heykelin ilk sunumu (1866)
Louvre Müzesi avlusundaki ilk montaj denemesi (1879)
Heykelin 1950 yılında bulunan sağ eli

Her ne kadar parçalar birleştirilse de, heykelin başı ve kolları bulunamadığından heykel başsız ve kolsuz olarak sergileniyor. 1950'li yıllarda Samothraki'de yapılan kazılarda heykelin ellerine ait olduğu düşünülen parçalara erişilmiştir. Bulunan parçalar Samothrece of Nike'nin sağ elini ağzına götürerek kazanılan zaferi haykırıyor gibi durduğu tahmin ediliyor. Heykelin orijinal halindeki duruşu hakkındaki bu bilgiye İzmir Myrina Antik Kenti'nde bulunan küçük toprak Victory heykelleri aracılığı ile ulaşılmış.
Myrina'da bulunan sözkonusu heykel Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir.
Heykelin yeniden yapılandırılmış halleri. İki eser de kayıptır ve nerede olduğuna dair herhangibir bilgi yoktur.

Heykelin bir trompet, çekenk ya da sağ elinde bir fileto tuttuğuna dair çeşitli iddialar ortaya atılmıştır. Bu bilgiye dayanarak heykelin çeşitli rekonstrüksiyonları yapılmış ancak 1950'lerden sonra bulunan el kalıntılarıyla beraber bu iddiaların gerçek olmadığı kanıtlanmıştır.



The Escalier Daru

Nike of Samothrace Louvre Müzezi'nin en değerli eserlerinden biridir. Görkemine yaraşır biçimde Daru Merdivenleri'nin başında sergileniyor.

SAMOTHRAKİ ADASI 
Heykelden bahsetmişken ada hakkında da bir kaç kelam etmek isterim. Ada Yunanistan'daki en yakın kara parçasına 48 km uzaklıkta. Nüfusu 2003 sayımlarına göre 2300. Ege adaları içerisinde Girit'ten sonra en yüksek ikinci ada aynı zamanda. Adayla ilgili internetten araştırma yaparken İlyada destanında da bu yüksekliğinden ve görkeminden sık sık bahsedildiğini öğrendim.

Ada 1457 yılından 1913 yılına kadar Osmanlı Devleti sınırları içinde yer aldı. Yani 1963'te Charles Champpoiseau tarafından keşfedilip Fransa'ya götürülüşü sırasında ada türklere aitti. Anadolu'daki eserlerin yurt dışına kaçırılışı-satışı ya da daha nazik bir biçimde söyleyecek olursak götürülüşünün geçmişten günümüze bir gelenek tadında sürdüğünü Nike of Samothrace'te de görebiliyoruz. Heykelin  ve o döneme ait bazı parçalar Samothraki Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor ancak ben heykelin şu anda Fransa'da bulunuyor oluşundan büyük bir üzüntü duyuyorum şahsen.

Adanın yunanca ismi Trakya Samos'u anlamına gelen Samos Thrakis'den gelmiş. Osmanlı dönemindeyse adaya yüksekliğinden dolayı Semadirek adı verilmiş.

Adanın silüet fotoğrafları ile yazımı sonlandırıyorum.

Fotoğraf " http://samothrakifromimbros.blogspot.com/ " adresinden alınmıştır.

Fotoğraf " http://samothrakifromimbros.blogspot.com/ " adresinden alınmıştır.

14 Ekim 2011 Cuma